KUSURLARIMIZIN ÇEKİCİLİĞİ VE PRATFALL ETKİSİ
Zorluklarla çevrili yaşantımızda, olduğumuz insandan yaptığımız işe kadar en iyisini hatta mükemmeli yakalama çabası bir çoğumuzun yaşadığı durum olarak karşımıza çıkmakta. İçinde yaşadığımız düzen de ayrıca bizleri bu doğrultuda kışkırtmaya devam etmekte. Hedeflerinizi en yükseğe koyun; mükemmeli isteyin. Kullandığınız telefonun modeli eskidi bir yeni versiyonunu almalısınız? Çünkü siz buna değersiniz vs. Ayrıca İletişimin inanılmaz bir hızda ilerlemesiyle her gün gördüğümüz makyajlı hayatlara karşı duyulan istek ile bize sürekli pompalanan mükemmeli yakalama tutkusu bir süre sonra da yerini çoğunlukla anksiyete ve depresyona bırakıyor. O zaman da antidepresanlar çıkıyor sahneye.
Doğal olandan uzaklaştıkça hastalanırız.
Bir Şaman atasözünde söylendiği gibi her şeyin fazlası zehirdir. Yapabildiğinin en iyisini yapmak veya olduğun versiyonun en iyisini olmak sağlıklı bir motivasyon ile mümkünken, mükemmeli yakalama tutkusu, hırsla ve çarpık düşüncelerin tohumlarıyla beslenir. Bir hayli yorucu hatta ben’i koruma ve varolma cabasını aşan ego tabanlı olma ihtimali yüksek olan bu karakter özelliğinin insan doğasına ters olduğu da aşikar. Çünkü insan mükemmellikten uzak kusurlu bir varlıktır. Doğal olmayan her durum gibi, zararlı olan mükemmellik tutkusunun ele geçirdiği insanlar da çoğu zaman dışarıdan çok şahane görünseler de, iç dünyalarında birçok ruhsal sıkıntılarla boğuşurlar.
Oysaki Kusurlu olan daha çok seviliyor
Size Platfall etkisinden bahsetmek istiyorum. 1966 yılında sosyal psikolog Elliot Aronson tarafından araştırılan bu konu için yapılan deneylerden sonra sonuç, bildiğimizin aksine mükemmel olana değil kusurlu olana karşı sempati beslediğimizdir. Üniversite öğrencilerinin arasında yapılan bir araştırmada, öğrencilere bazı insanların tabii ki kurgulanmış bir senaryo olarak kayda alınmış iş görüşmelerinin ses kayıtlarını dinletiyorlar. Sonuç olarak sakarlık yapıp kahvesini masaya döken aday herkesin sevgisini kazanmayı başarıyor. Kusursuzluğa yakın olan aday ise soğuk ve itici bulunuyor.
Tabii bu her durumda sürekli hata yapan insanlar sevilir olarak anlaşılmamalıdır. Aslında hata yapmaktan korkmayan ve yaptığı hatanın çok doğal olduğunu düşünüp yeri geldiğinde kendisiyle bile alay etme olgunluğuna sahip, doğal karakterlerden bahsediliyor.
Bir diğer yandan özellikle çocukluk çağlarında yaşanan birtakım travmalar sonucu ortaya çıkan yanlış inanışlar ile karakterize olan terkedilme, onay görememe ve sevilmeme korkuları da insanları mükemmelli oynama tuzağına çekiyor. Uslu bir çocuk olursam beni bırakmazlar diye düşünen o küçük çocuk, büyüğünce de büyüyen dünyasına göre en iyisi olursa, kabul göreceğini ve sevileceğini zannedip o doğrultuda kendini kanıtlamaya çalışıyor.
Her şey aslında gerçekten kendimizi sevmemizle alakalı. Ayağımız yere takılıp yere düştüğümüzde zaten canımız yanar, bir de nasıl oldu da yer çekimine karşı gelemedim diye kendimize kızarsak; duruma gülenleri içerlersek yaşadığımız o an; acı, kızgınlık ve utanç olarak iki misli sıkıntıyla üzerimize çöker. Halbuki dikkati başka yerdeyken düşen çocuklar bile çoğunlukla ağlamaz.
Mutluluk bulunduğumuz noktadan daha ziyade içimizde durduğumuz içsel evimizle alakalı bir kavram. Çevremizdeki insanları ne bizden yukarı ne de aşağı değil de tam olarak göz hizamızda tutmakla doğru orantılı aslında. Kendimizle eğlenebildiğimiz kadar eğlencelidir bize hayat. Yapılan bir sakarlık, küçük aptallıklar, eleştirel bakışlara aldırmadan gönül rahatlığıyla saçmalamalar hayata mutluluk katar. Tıpkı üniversite yıllarımızdaki gibi: Para yoktur, statü yoktur; gençlik ve çılgınlık vardır ama en mutlu zamanlar da o yıllarda yaşanır. Büyüdükçe değişen algı, düzene uyum çabası, iş hayatı, aile kurma telaşı ve bunların en iyisini yapma arzusu altında tükenen insanlar ileriki dönemlerde hayatlarını sorgulamaya başlarlar. Herkesin sırtındaki yükleri kenara bırakıp, taktığı maskeyi yüzünden sıyırıp bir mola vermeye ihtiyacı vardır. Kusurlu olduğunu kabul etmek mutluluktur.